Bir gün anladım ki Efesli Herakleitos'un ırmağına doğmakla başlayan oluşumum ortaya çıktığım için ortadan kalkmamım nedeniydi. Henüz ortadan kalkmadığıma göre anlatayım istedim; ve bu düşünceler madem düşünüldü, madem bu duygular duyumsandı tüm bunlar da o oluşun ırmağında benimle birlikte ortadan kalkmasın diye.
Herakleitos’un yazımın içinde kendine yer bulabilmesinden anlaşılacaktır ki bilgelik sevgisi hep özel ve ayrıcalıklı bir yer buldu yaşantımda. Sen ona felsefe dedin, ben düşünerek, sorgulayarak, duyumsayarak, duygulanarak, anlayarak ve kavrayarak yaşamak! Plato-Aristotales geleneğine hep saygı duyarak, ussalcı ve duygucu bir çizgide okumalarımı ve yazmalarımı sürdürdüm. Bir de klasikleri hep severek okudum. Şiir, roman ve öykü, yoksul geçen bir gençlikte hayata tutunmanın en masrafsız yolu oldu benim için. Okumanın dışında ve yanında, daha yaratıcı ve daha estetik ve belki de sana göre daha etik uğraşlar elbette vardı ve edinebilirdim de. Dar gelirli bir öğretmen çocuğu olarak hayata başlamış olmak, kitapların dışında pek fazla alana ulaşma olanağı tanımıyor insana. Sevgilimi şiirle, öyküyle, romanla beslemeliydim gerçekliğimi sindirebilmesi için. Ve felsefeyle güçlendirmeliydim düşünme gücümü, toplumla baş edebilmek için. Sen de bilirsin böyle olduğunu. Belki de bu yüzden olacak, insan ve insan, insan ve aile, insan ve toplum, insan ve devlet ilişkilerine bakışım hep entellektuel, etik ve estetik açıdan sorun doğuracak bir tarzda oluştu. Yani muhalif çizgimi korumak ve bu muhalif çizgimle itiraz eden, karşı çıkan konumunda yaşamımı sürdürmek zorunda kaldım. Altyapı-üstyapı gevezeliklerine pek prim vermeden, demokratik, laik , sosyal bir hukuk devletine olan özlemi paylaştım, insan haklarına saygı düzleminde siyasi yelpazede kendime yer aradım. Pek bulamadım. Sanata ve özellikle felsefeye -biraz önce bilgelik sevgisiydi!- olan düşkünlüğüm beni hep “öteki” kıldı. Hep ötede kaldım.
Hep o bahsettiğim öteki tarafta kalmanın kendi dışımdaki nedenleri üzerinde kafamı yorarken, birden kendi dışımızda aradığımız nedenlerin, gerçeği anlamlandırmaya yetmediğini, gerçekliğimizi kavramada eksik kaldığını ayrımsayıp, kendime dönmek ve kendimi irdelemek zorunda kaldım. Belleğime sinmiş ve silikleşmiş bir anıyı birdenbire tüm canlılığıyla gözlerimin ve ardısıra bilincimin önüne getirmemi sağlayan, sıradan bir günde aldırışsız gözlerle baktığım siyahbeyaz bir aile resmiydi. Babamın ve annemin ailesini tüm fertleriyle bir arada gösteren bu resim, içinde bir köşede ben de vardım, çocukluğumda memleketime ilk gittiğimde çekilmişti.
Resimde kimler yoktu ki! Dedeler, neneler, halalar, dayılar, amcalar, yengeler, teyzeler, kuzenler, torunlar, eltiler, görümceler… Herkes bir arada olmanın sevinci ve ertesi yıl tekrar bir araya gelineceğinin umuduyla gülümseyerek objekife siyahbeyaz bir poz vermişlerdi. Fakat dönüşte, annemin herkese sarılarak ağlayıp ayrılmasına bir türlü anlam verememiştim. Yıllar sonra memlekete tekrar gittiğimde, acı olan o gerceği tüm çıplaklığıyla kavramıştım. Annemin o gün kardeşlerine sarılıp ağlayarak ayrılmasının nedeni, bir daha o resimdeki gibi bir araya gelebilmelerinin onlar için bir olasılıktan öteye geçememesiydi. O resimdeki insanların bir çoğu çoktan ölmüşlerdi ve o aile, bir daha o resimdeki gibi, bir araya gelememişti. Ve önünde o resmin çekildiği ev çoktan yıkılmış, ve yalnızca iri kesme taştan birinci katın yıkık duvarları kalmıştı. Göç veren bir yörenin yoksul ailelerinin yalnızlık ve çaresizlikle belirlenmiş mirasını sırtımda bir yazgı gibi taşıdığımı anlamıştım. Bazı şeyleri ilk defa ve bir defa yaşıyabiliyorduk. Bundan fazlasına yaşantımız izin vermiyordu ve bizim ailelerimizin yazgısı bu biriciklik idi. Biz de birey olarak bu yazgıyla belirlenmiş bir hayatı ya da tek başınalığı yaşıyorduk. Yalnızdık. Onlar da yalnızdı. Babamın, yatılı ögretmen okulu dönüşü, arkadaşıyla bir sapakta yollarını ayırması geldi yerleşti usuma. O yol ayırımı, sadece farklı yollara yürüyüşün bir başlangıcı değil, bir daha aynı hayat içinde karşılaşamayışın da bir başlangıcıydı. Diğer köye yönelen o diğer öğrenci, tipide boğulmuş ve ancak baharın gelişiyle, sığındığı kulübedeki donmuş bedenine, o kulübeye bir tilkinin girip çıkması sayesinde ulaşılabilmişti. Donmuş bedeninin yanında ısınmak için tutuşturmaya çalıştığı ve alınması için belki evin tek ineğinin de satıldığı ders araç ve gereciyle. Şimdi senin o hep rengini sevdigimi sana söylemekten musmutlu olduğum saçlarına ve içine düştüğüm andan beri her anın içinde sana aşık olduğum gupguzel gözlerine bakarken, o insanın da benim seni sevdiğim gibi, sevgilisini sevebilmesinin neden olanaksız kılındığını anlamlandırmaya çalışıyor ve fakat bir yanıt bulamıyorum. Böyle anlarda bir Tanrı’ya, adil bir Tanrı’ya gereksinimim her zamankinden daha fazla oluyor.
Yine de yaşama, yaşanılan hayata, hayat sanılıp yaşanılana, hep gülümseyerek ve çelişkileri görerek ve anlamlandırıp anlatarak yaklaşmaya çalıştım ve çabaladım. Anladıklarımı içselleştirip yaşantıma katmaya çalıştım. Başarıp başaramadığımı bilmiyorum. Hoş sohbetlerin insanı oldum ve fakat dayanma sınırlarını hep zorladım. İnsanların düşünme tembelliği içinde debelenmeleri benim en büyük rahatsızlık kaynağım oldu. Düşünmek ve düşündürmek zevk aldığım, yaşadığımı hissettiğim belki de tek uğraştır. Bu uğraş sonucu olsa gerektir, ikna kabiliyetim ve karşımdakini çözümleyebilme yetim oldukça gelişti. Descartes okumalarım sırasında, hayretten ve şaşkınlıktan önce gözlerimi, sonra tüm beyin hücrelerimi iri iri açmama neden olan öyle ilginç bir tümceye rastgeldim ki, tüm hayatım birdenbire ışıl ışıl oldu. Elbette bir kitap okudum hayatım değişti söylencesine gönül düşürmeyecek bir tutumla, belirtmek isterim ki, bu tümce, o güne kadar sezinlediğim ve fakat bir türlü anlamladırma becerisini gösteremediğim o büyük düşünceyi önüme kendiliğinden bırakıyordu. Ömrümün geri kalanını daha yaratıcı ve yararlı uğraşlar için geçirebilme ve anlamlandırma gücünü veren bir düşünce idi ve kristalize edilmiş bir şekilde önümde duruyordu. Bir çiğ tanesinin, üzerinde konakladığı ve bir an için kendinin kıldığı yaprağından sıyrılıp göle düşmesi gibi, gönlüme düşmüştü. Onu okudum, anladım ve kendimin kıldım. İçselleştirip özselleştirdim. İnsanların sadece ve sadece düşünebildikleri için eşit olduklarını anlatıyordu. İnsanların arasında eşitsizliğin kaynağı olarak öne sürülen, belki tarihsel olarak bir anlam ve değer taşıyan ama gerçekte insan kavramıyla çelişen tüm ayrımlar, birey olan, özne olan insan düşünebildiği için yenilip, ortadan kaldırılıp aşılabiliyordu. Din, dil, ırk, cinsiyet, sınıfsal konum, renk, felsefi görüş, siyasi inanç vb.’ni anlatan, tarihsel olarak ortaya çıkmış ve oluşturulmuş hiçbir ayrım bir engel, bir sınır olarak düşüncenin önünde direnemiyor, ezilen, itilen ve aşağı konumda tutulan insanı, bu konumda sonsuza kadar tutmayı başaramıyordu. “_Sen kadınsın anlayamazsın!” deniliyordu, birey olan kadına; ve fakat o anladığını biliyor, görüyor ve karşı çıkıyordu, yalnızca ve yalnızca düşüncesiyle. Ezilen, itilen ve aşağılanan bir insan olarak, ve yalnızca bir insan olarak düşünebiliyordum ki, ben de eşit haklara sahibim ve özgürleşebilirim.
Fakat sonuçta başaramadığım konu, düşünme biçimim ile yaşama biçimim arasındaki çelişkinin gerginliğini üretici ya da yaratıcı bir uğraşla ortadan bir türlü kaldıramamam oldu. Hukuk bilimi ve onun ülkemizdeki uygulaması kendi içinde taşıdığı eksiklik ve yetersizlikler ve de benim gönülsüzlüğüm ile birlikte, ve de yalnızca hukuk bilimiyle yetinemeyişim nedeniyle, kendimi bu alanda dolu dolu var edebilme olanaklarımı serimleyebildiğim bir alan açmama izin vermedi. Bu yüzden olsa gerek, hukukçu olmayı sevdiğim ve fakat uygulamayı bir türlü sevemediğim için, savunmanlığı da isteyerek ve gönlümce yapmadım ya da yapamadım. Düşünmeyi, düşündürmeyi, gülmeyi, güldürmeyi, gülümserken düşünmeyi ve düşündürürken güldürmeyi biliyor ve seviyorum. Bu durum beni oyalanmaya itiyor. Dünyanın en tecimsel olgusunu, insanı ilgilendiren bir konuda gerçekleşecek bir iletişime, belki de bir kendi kendimle söyleyişiye gönül rahatlığıyla ve gözümü kırpkmadan ve tereddütsüz feda edebildim, ediyorum ve eminim ki hep de edeceğim.
Sana hep yazmamın, sana hep ulaşmak istememin, sana hep seslenmemin, senin düşüncelerin ve duyguların arasında bir yer bulabilmek istememin, senin yüreğinde sevgi, aklında özgürlük olmak isteyişimin ve belki de duyarlılığını uyarma çabamın ereği de bu noktada kendini ortaya seriyor. Anlamayı, anlaşılmayı ve anlatmayı seviyorum. İnsanlarla iletişim içinde olmayı, onları iğnelemeyi, Sokrates tarzında sorularla düşündürmeyi, çelişkiye düşürmeyi, düştüğü çelişkiden aklın yoldaşlığıyla beraberce çıkmayı, çıkarken gülmeyi ve güldürmeyi, gülümseyişin kendisini seviyorum. Anlatan ve konuşan bir insanım. Kendi kalabalıklarıma karışmak ve kendi kalabalıklarımda yalnızlığımı kendimden gizlemek ve oyalanmak istiyorum. Yalnızlığımızı kalabalıklar arasında gizlemek, Tanrı’yla olan rövanşımızı Faustvari bir tarzda ve Mefistoca bir bilgelikle çözümleyebilmek son teselli belki de, içinde kendi seçimimiz olmayan bir şekilde varolduğumuz bu hayatı yaşadığından dolayı hep bir özre ihtiyaç duyanlar için. Değil mi? Sen ve ben, birer birey olarak, düşünen ve düşünülen olarak şu an düşünce düzleminde karşı karşıyayız ve bunu şimdilik yalnızca ben istedim. Buraya kadar belki de sana karşı haksız bir konumdayım. Senin istencin benim istencimle örtüştüğünde, örtüşebildiğinde belki de beni bu haksız ve olmaktan hoşnut olmadığım durumdan çıkmamı sağlamış, eşit ve özgür insanların iletişimini gerçekleştirmiş olacağız. Elbet, sen de istersen. İlgili olursan, beni ve ümit etmek isterim ki kendini mutlu etmiş ve belki de içtenlikli bir insan edinmiş olursun. Okurken sevdiğimiz, durumunu anladığımız, neden hep bu insanlar bu yazgıları yaşar veya yaşamak zorunda kalır, dediğimiz; yazar ne güzel betimlemiş, bu karakteri, ne kadar yaratıcı bir şekilde oluşturmuş dediğimiz, roman kahramanları vardır. Yeri gelir Balzac’ın Lucien’idir bu kahraman, yeri gelir Dostoyevski’nin Prens Mişkin’i, Aragon’un Elsa’sı, Dante’nin Beatrice’si ya da Cervantes’in Sancho Pancho’sıdır. Ve hepimizin muhakkak bir Tobassolu Dulcine’si vardır, herkesin yalnızca bir köylü kızı olarak gördüğü, ama bizim için uğruna tüm savaşların verilmesi gerektiğine inandığımız ölümsüz aşkımızın kadını. Herkesle kavgamızın eksik dışavurumudur, aşkımızın o anda, o bireyde tenselleşmiş olması. Madam Bovary’de günahın, Vadideki Zambak’ta erdemin kadınına aşık olur , Anna Karanina’da erdemle günahın bireşiminin doruğuna ulaşırız, gerçek hayatta henüz bir kızın elini bile tutmadığımız halde. Ama bir gün, bir ses ya da yazı olarak ulaşır bize Raskolnikov ve ondan hemen nefret ederiz. Çünkü en çok gizlemek istediğimiz, en saf, arı ve yalın kendimizle, vicdanımızla yüzyüze bırakmıştır bizi bu anı karşılaşış. Lütfen hemen karar verme! Bekle biraz, düşün benim bir birey olarak gerçeğimi ve yazgımı. Ne anlatmak istiyorum? Neden yazıyorum? Neden bir başkasına değil de sana yazıyorum? Anlamaya çalış, o romanı okurken anlamaya çalıştığın ve duyumsadığın gibi. Birilerinin, bir gün bir yerde, yalnızca kendilerini düşündüğü için bir diğerine, belki de bilmeden verdikleri, ama verebileceklerini öngördükleri halde engellemedikleri zararı. Ve aynı güneşin altında, bunun, her gün ve her an birilerince defalarca tekrarlanarak yapıldığının bilinciyle, bir kez olsun biz yapmayalım bir diğerimize. O yüzden beni kalabalıklarıma kavuşturabileceğine inancım, her nedense, var. Sadece en insan yanlarımı onlara sunarak onlardan gizlenebilmem için. O kalabalıklarla eksik kalmış bir savaşımım var, tamamlamaya henüz ömrümün ve bilincimin yetmediği.
Ne kadar istenmedik bir konumdayım, insanlar karşında, düşünebiliyor musun? Şimdi bana sen neden hep böylesin diye sorabilirsin. Bu soruyu sormakta o kadar ve sonuna kadar haklısın ki! İnan, yıllardır o soruyu ben de kendime soruyor ve yanıtını bulmaya çalışıyorum. Bilebildiğim tek şey bir tek sende kendim olduğum ve kendimi bulduğum. Bu bulunuşumun izini yalnızca bana gülümseyen gözlerinde sürdüm sadece...
Seni özgürlüğün olduğum ve olabildiğimce seviyorum. Övüncümsün sevgilim...