"İnsan özgür doğar, ama her yerde zincire vurulmuştur" dediğinde Rousseau, kara Afrika'nın özgür steplerinde bir hayvan gibi kovalanıp, bir tavşan gibi tuzağa düşürülmüş bir zenci çocuk, kollarına vurulmuş zincirlere hiçbir anlam veremeden korkudan iri iri açtığı gözleriyle masmavi denizin üzerine nereden bulaştığını bilmediği, ve kapkara bir lekeye benzettiği, Fransız, Portekiz, İngiliz ya da benzeri bir ülkenin ahşap bir gemisine sürüklenerek götürülüyordu. Güneş aynıydı, yeryüzü aynı, deniz aynı; ama insan her yerde henüz aynı insan değildi.
Heryerde zincirler içinde olmasına karşın insan niçin özgür bir varlıktı?
Rengarenk tüylerini özgürlüğe uçuşunda kanatlarında gururla sergileyen bir orman bülbülü, biraz önce yağmış yağmurun ardından gülümseyen güneşe renklerini adayan gökkuşağının altından geçebilmenin düşüyle, yavrularını besleyebilmek için uçuşuna başladığı uzun ağaçların yurt edindiği ormanındaki yuvasına havada daireler çizerek sevinçle dönüyordu.
Ağacı bulamadı. Yuvasını da.
Yuvasını yaptığı, ve korunaklı olsun umuduyla özenle seçtiği, ormanının en uzun ağacı, şimdi o zenci çocuğun korkudan iri iri açılmış gözleriyle baktığı kollarındaki ve ayaklarındaki zincirlerle sürüklenerek götürüldüğü o ahşap geminin bedenini oluşturuyordu. Güneş masumdu, yağmur masum, gökkuşağı masum, ağaç masum, o gemi masum, o kuş masumdu; ama heryerde her insan her zaman masum değildi.
İnsan düşünebiliyordu; ve düşünebiliyordu gökkuşağının renklerince sonsuzca farklı olsa da görünümü, teninin rengi, düşüncesinin neliği, duygusunun derinliği, bir diğeri de onun gibi aynı insandı: acı çeken, mutlu olan, mutsuz olan, sevinç duyan, kahrolan aynı insan. Bir diğerinde kendisini bulabiliyor, bir diğerinde kendisini anlayabiliyor, bir diğerinin duygusunu, düşüncesini kavradığında kendisinin de duygusunu, düşüncesini kavradığını anlayabiliyordu. İnsan düşünebilen bir varlıktı; ve düşünebildiği görünen ve görünmeyen tüm zincirlerinden özgürdü.
O ahşap gemiyle, korkudan iri iri açılmış gözleriyle kollarındaki ve ayaklarındaki zincirlere bakan o zenci çocuğu götürenlerden özgürleşenlerin ülkesinde şimdi bir Özgürlük Heykeli yükseliyordu, elinde bir meşale, masmavi gökyüzüne doğru kaldırılmış. Ve o Özgürlük Heykelinin önünden geçiyordu gülümseyen güneşin altında kanatlarındaki rengarenk tüyleriyle gökkuşağının renklerine bürünmüş kuşun korunaklı olsun diye yuvasını yaptığı ormanının en uzun ağacının bedenini oluşturan o ahşap gemi.
O zenci çocuk korkudan iri iri açılmış gözleriyle ellerindeki ve ayaklarındaki zincirlere bakıyordu, o ahşap gemi o Özgürlük Heykelinin önünden ağacından, ağacına yuva yapmış o rengarengek tüyleriyle orman bülbülünden, gülümseyen güneşten, rengarenk gökkuşağından utanç duyarak geçerken; ve artık biliyordu görünen ve görünmeyen tüm zincirlere rağmen insan özgür bir varlıktır.
Çünkü insan düşünen, düşünebilen bir varlıktır